7 Mayıs 2016 Cumartesi

ANNECİĞİM















Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim! ...
Necip Fazıl Kısakürek

-ALINTI-

SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN



Her şey sende gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif
kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakini gördüğüdür rengin
Yaşadıklarını kar sayma
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna
Ne kadar yaşarsan yaşa
Sevdiğin kadardır ömrün
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme, bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi; 
 Sevdiğin kadar sevileceksin
Ay ışındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü his ettiğin kadar güçlü
Kendini güzel hissettiğin kadar güzel
İşte budur hayat, işte budur yaşamak
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün;
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar
bilirsin bunu da öğren;
SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN.!
-ALINTI-

Yağmur Taneciğindeki Söz

      Aşkın içinde olanlar korkaklık mıdır yoksa kaybetmemenin vermiş olduğu tek bir sesin, sessizliğin durgunluğu mudur?
   
       Aşk dillere döküldüğü zaman mı aşk olur . Aşkı bildim,buldum,yaşadım diyenlere sorulan sorularda aşk nedir desen sabır,sevgi,saygıyla örülmüş bir bina bir ev, kalbinin sığınağını anlatır durmadan aslında aranılan bulunmak istenilen bu mudur yoksa hayalimizde oluşturduğumuz yolun sonunu bulamadığımız yada bulmak istemediğimiz bir duygu mudur. Aşk birçok dilde birçok gönülde dolaşır her gönlün sabrıyla bir hüzün parçası alır ve orada kalır sen kalmasın derken bile gönlündeki hüzün nereye gideceksin senin sabrına en güzel bu gönül yaraşır der durdurur.Aşk korkakça atılan sessiz adımların yağmur sesiyle dansıdır. Yağmur taneleri gökyüzünde birbirine dokunmaz ama yeryüzünde bir topluluk görevi gibi her yeri ıslatmaya söz verirler tıpkı kalu bela daki aşkın sözü misalince..

26 Nisan 2016 Salı

YANIK

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.
Cep telefonu çaldığında, akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo.kızım, nasılsın?
- İyiyim anne. Ne oldu ?
- Sana bir sürprizim var.
- Sürpriz mi?
- Evet. Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş..
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu sürpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki. Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne..tamam.
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya.
O nasıl tamam demekse. neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.
** ** ** ** ** ** ** ** ** **
Genç kız, izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan! ..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü.
“-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla. Fakat ağlamayla benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı.
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim! .
- Oooo… laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.
** ** ** ** ** ** ** ** ** **
Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah! … giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı?
- Evet
- Anne! . biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki! ..
- Oh. iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. ‘ – Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda, ben kapınızı çalarım’. Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne, o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee.
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.- Herhalde şimdi anlatacaksın.
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzgar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzgar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu.
- Niçin?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook.
-Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah! .. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı.


-ALINTI-

11 Nisan 2016 Pazartesi

SÜLEYMAN ÇELEBİ ' MEVLİD-İ ŞERİF MİRAÇ '

Sâhibü’l-hulleti ve’t-tâç ve râkibü’l-bürâkı fi leyleti’l-mirac, Hazret-i Ahmed ü Mahmûdu Muhammed Mustafâ râ Salevât.
Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre’ye gitti ve götürdü hemân
Bir fezâ oldu o demde rûnümâ
Ne mekân var anda ne arz-u semâ
Kim, ne hâlidir, ne mâli, ol mahal
Akl ü fikr etmek o hâli fehmü hal
Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açtı vechinden nikâb
Her birisinden geçerken îlerû
Emr olundu Yâ Muhammed gel berû
Çünki kamûsun görüp geçti öte
Vardı îrişdi ol Ulû Hazrete
Şeş cihetden ol münezzeh Zülcelâl
Bî kemû-keyf âna gösterdi Cemâl
Zâten ol sultân-ı mâzâgal-basar
Eylemişdi Hakk’a tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü’l-İzzetî
Âhiretde öyle görünür ümmeti
Bî-hurûf-ü lâfz-u savt ol pâdişâh
Mustafa’ya söyledî bî-iştibâh
Dedi kim matlûb ü maksûdün benem
Sevdiğin cân ile mâbûdün benem
Gece gündüz durmayub istediğin
Nola kim görsem cemâlin dediğin
Gel habîbim sâna müştâk olmuşam
Cümle halkı sâna bende kılmışam
Ne murâdın vâr ise kîlam revâ
Eyleyem bir derde bin türylü devâ
Mustafâ dedi: “Eyâ Rabbe’r-Rahîm
Vey hatâ pûş ü atâsı çok kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâlî nola
Hazretîne nîce anlar yol bula
Gece gündüz işler isyân kamû
Korkarım ki yerleri ola tamû
Yâ İlâhî, hazretinden hâcetim
Bûdurur kim ola makbûl ümmetim”
Hak-Teâlâdan erişdi bir nidâ:
Yâ Muhammed ben sâna kıldım atâ
Ümmetini sâna verdim ey habîb
Cennetîmi anlara kıldım nasîb
Yâ habîbim nedir ol kim dîledin
Bir avuç toprağa minnet meyledin
Ben sanâ Müştâk olunca ey şerîf
Senin olmaz mî dün-âlem ey lâtif
Zâtıma mir’at edindim zâtıni
Bîle yazdım âdım ile âdıni
Hem dedi kim: “Yâ Muhammed ben seni
Bilûrem görmeğe doymazsın beni
Avdet edûp davet et kullarımı
Tâ gelûben göreler dîdârımı
Sen ki mi’râc eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz”
Her kaçan kim bû namâzı kılalar
Cümle gök ehli sevâbın bûlalar
Çünki her türlü ibâdet bundadır
Hakk’a kurbiyyetle vuslat bundadır
Sıdk ile beş vakt olundukça edâ
Elli vaktin ecrin eyler Hakk atâ
Mâhasal ol anda doksan bin kelâm
Sebk idüp bulduktan encâm ü hitâm
Tarfetül-ayn içre ol Fahr-i cihân
Ümmühân’ın evine geldi hemân
Her ne vâki oldu ise serteser
Cümlesin eshâbına verdi haber
Dediler: “Ey Kıble-i İslâmü dîn
Kutlu olsun sâna mîrâc-i güzîn
Biz kamûmuz kullarız sen şâhsın
Gönlümüz îçinde rûşen mâhsın
Ümmetin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter!”
Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin in
nebiy-yil ümmiyyî ve alâ âlihi ve sahbihî vessellim.

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ

Seyyidi kainât, Hazret-i Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafâ râ Salevât
Söyleşürken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den gitti ve götürdü hemân
Bir fezâ oldu o demde rûnümâ
Ne mekân var anda ne arz-u semâ
Kim, ne hâlidir, ne mâli, ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehmü hal
Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb
Her birisinden geçerken îlerû
Emr olundu Yâ Muhammed gel berû
Gel habîbim sâna aşık olmuşam
Cümle halkı sâna bende kılmışam
Ne murâdın vâr ise îdem revâ
Eyleyem bir derde bin türylü devâ
Mustafâ dedi: Eyâ Rabbe'r-Rahîm
Vey hatâ pûş ü atâsı çok kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâlî nola
Hazretîne nîce anlar yol bula
Hak-Teâlâdan nidâ geldi emin
Yâ Muhammed dedi Rabbü'l-Âlemin
Gam yeme kim Yâ Muhammed olma melul
Her ne kim dîledin oldu kabul
Ümmetini sâna verdim ey habîb
Cennetîmi anlara kıldım nasîb
Ey habîbim nedir ol kim dîledin
Bir avuç toprağa minnet meyledin
Zâtıma mir'at edindim zâtını
Bîle yazdım âdım ile âdını
Hem dedi kim: "Yâ Muhammed ben seni
Bilûrem görmeğe doymazsın beni
Avdet edûp davet et kullarımı
Tâ gelûben göreler dîdârımı
Sen ki mi'râc eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz"
Tarfetül-ayn içre ol Fahr-i cihân
Ümmühân'ın evine geldi hemân
Her ne vâki oldu ise serteser
Cümlesin eshâbına verdi haber
Dediler: "Ey Kıble-i İslâmü dîn
Kutlu olsun sâna mîrâc-i güzîn
Biz kamûmuz kullarız sen şâhsın
Gönlümüz îçinde rûşen mâhsın
Ümmetin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter !"

Allâhümme salli alâ seyyidinâ
Muhammedinillezî câe bilhakkıl mübîn
Ve erseltehû rahmetel lil âlemin
-MEVLİD-İ ŞERİF'DEN ALINTI-

3 Nisan 2016 Pazar

YENİKAPI RİVAYETİ

4. Murat devri. Padişah tarafından, mey (şarap), afyon ve fal bakmak yasaklanmış. İstanbul'da bütün meyhaneler ve keşhaneler, artık gizlice çalışmaya başlamışlar. 4. Murat, bir gece, tebdil-i kıyafet (kılık değiştirerek) İstanbul'a indiğinde, karşıya geçmeye karar verip bir sandal kiralamış.
Sandalcı, müşterisinin sultan olduğunu bilmiyomuş tabii. Bir ara, sandalın yanından sarkan bir ipi çekmiş. İpin ucunda bir testi! Sultan, "Ne var o testinin içinde?" diye sormuş. Sandalcı, "Ne olacak, mey işte" diye gülerek müşterisine ikram etmiş. Her ne kadar yasaklamış olsa da, 4. Murat'ın alkolle arasının iyi olduğu bilinir. İkramı kabul etmiş; ama yine de, "Mey yasak. Hünkarımız görse kafanı vurdurtur diye korkmuyor musun?"diye sormaktan da geri kalmamış. Sandalcı da hâliyle, "Yâhu hünkâr nereden görecek bizi denizin ortasında?" demiş.
Aradan biraz zaman geçmiş. Sandalcı bu kez de, teknenin tahtalarından birini kaldırıp aradan afyon çıkarmış ve nargilesine atarak körüklemeye başlamış. Gönlü zengin adam, hemen müşterisine de ikram etmiş. Sultan yine kabul etmiş; ama yasağı gene hatırlatmış. Sandalcı aynı şekilde, "Kim görecek ki bizi denizin ortasında!'" demiş. Biraz daha vakit geçmiş. Bizim sandalcı cebinden fal taşlarını çıkarmış. Hünkâra, "Ver 5 akçe de falına bakayım." demiş. Fal 4. Murat'ın en kızdığı şeymiş, ama "Hadi biraz daha sabredeyim." diye düşünüp, "Bak bari..."demiş.
Fal taşlarını elinde çalkalayıp atan sandalcı, "Efendi, sorunu sor bakalım."demiş. Padişah, "Hünkâr, şu anda nerededir?" diye sormuş. Sandalcı taşlara bakıp; "Hünkâr, şu an denizdedir." demiş. 4. Murat, endişelenmiş gibi yapıp, "Sakın yakınımızda bi yerde olmasın?!" diye sormuş sandalcıya ve tekrar iyice bakmasını söylemiş. Sandalcı, taşlara tekrar bakmış ve birden, 4. Murat'ın ayaklarına kapanıp, "Affet beni hünkarım!" diye yalvarmaya başlamış. Kıyıya dönene kadar yalvarmaya devam etmiş. Padişah, dayanamayıp, "Sana bir soru soracağımm. Eğer bilirsen, seni affederim. Bilemezsen kıyıya dönünce ânında boynunu vurduracağım." demiş. Sandalcı sevinçle, "Padişahım çok yaşa!"demiş ve merakla soruyu beklemye başlamış.
4. Murat, sandalcıya, "Dönüşte İstanbul'a hangi kapıdan gireceğim?" diye sormuş. Tabii sandalcı hemen itiraz etmiş,"Hünkarım, şimdi ben hangi kapıyı söylesem, siz başka kapıdan girersiniz. Affinıza sığınarak, gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam ve size versem; kapıdan geçtikten sonra okusanız olur mu?" demiş. Hünkâr, başını "Olur" anlamında sallayınca, sandalcı tahminini yazıp kağıdı vermiş.
Padişah, kağıdı alır almaz, daha bakmadan, yanındaki fedâîsine, "Hemen boynunu vur şu kâfirin" emrini vermiş. Sonra da, "Surlara yeni bir kapı açıla! İstanbul'a oradan gireceğim." demiş çevresindekilere. Kapı 5-10 dakikada açılıp, padişah ve erkânı şehre girmiş. 4. Murat, bir ara, sandalcının kağıda hangi kapıyı yazdığını merak etmiş. Kendinden çok eminmiş, laf olsun diye cebindeki kağıda bakmış. Ama okuyunca hayretler içinde kalmış. Sandalcı, kağıda şunları yazmışmış: "Hünkarım, yeni kapınız vatana millete hayırlı uğurlu olsun"
O gün bugündür de işte o kapı, "Yenikapı"olarak anılıyormuş.

- ALINTI-

1 Nisan 2016 Cuma

FISILTILI SES



  Sessizlik usulca fısıldar kulağımıza 'daha var mı?'... Sonrası soru işaretli bir yığın kelime birikintisi neye diye düşündürür. Aslında gerçeklik açıktır ve düşünen insan artık durulmuş, susmuştur çünkü daha ne kadar bu şekilde olacağını oda bilmiyordur. Ölüme yaklaşmış, su isteyemez ama bekler; bu durum anlatılamayan halinden bir haber bir  durgunluğun çaresizlik sebebidir. Ama haykırmak hızlı akan bir nehirde ters yöne kürek çekmek gibi bir hayale kapılıp rüzgara teslim olmanın kabullenişinin diğer adıdır SABIR ...

28 Mart 2016 Pazartesi

SABIR VE KARADUT


                                                  HİKAYESİ

1949'da  bir gün İstanbul  Büyük Kulüp'teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir  okumasını istediler. Eyüboğlu ayağa kalktı ve Karadut'u okumaya başladı:

"Karadutum, çatal karam, çingenem/
Daha nem  olacaktın bir tanem/
Gülen ayvam, ağlayan narımsın/
Kadınım, kısrağım, karımsın"...

Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden  gözlerinden yaşlar süzüldü.Salondaki herkes  niye ağladığını anlamıştı; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren  Eyüboğlu... Çünkü şiirde  "kadınım, kısrağım,  karımsın" dediği kadın, karısı değildi.Bu şiiri  3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştı: Mari  Gerekmezyan...

"Kara saplı bıçak  gibi"
Mari, Bedri Rahmi'nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar  Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti.O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine, "kara saplı bir bıçak gibi"  saplanmıştı. Mari,  Bedri Rahmi'nin bir  büstünü yapmıştı. Bedri Rahmi bu büstü, Mari'nin çeşit çeşit  portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştı.Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardı. Bedri Rahmi,  sanatında tam bir patlama yaşıyor, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine  dönmesini bekliyordu.

Yorgun  yürek
"Karadut", 1946'da menenjit  tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi  için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı.Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç  alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu  çabalar da sonuç  vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi'nden Mari Gerekmezyan'ın ölüm haberi  geldi.Bedri Rahmi  yıkılmıştı.Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve  döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı.O dönem içkiye başladı ünlü şair...

Aşağıdaki şiir, o dönemin ürünüdür:
"Türküler bitti/
Halaylar  durdu/
Horonlar  durdu/(..)
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu /
Yoruldu yüreğim,  yoruldu."

Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi  atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için  çabaladı.Başardığını sanıyordu.Ta ki Büyük Kulüp'teki o geceye kadar... "Karadut"u okurken, Bedri Rahmi'nin yanaklarından süzülen  gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı.Bunun üzerine Eren, bir süre Paris'te yaşamaya karar verdi.  Oradan eşine yazdığı bir mektupta "o gece"yi hatırlattı:

4 Ocak 1950 -  PARiS

"Canuşkam,
Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı?  Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü  görünce içimin karardığını hissetmiştim.  Sesin, nasıl  titremişti.Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun?  Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapmışmış gibi olmuştum. O gece... Senin seneler  sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri'nin ruhuna, insan üstü bir  gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah  dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim  yanımızda yaşamaktan,  mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren."

Bu dualar işe yaradı.Bedri Rahmi, 11 yaşındaki oğluyla eşine döndü. 1974'teki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler.


KAYNAK : ATAKAN'LA ŞİİR DÜNYASI PROGRAMI / RADYO59 -ALINTIDIR-


22 Mart 2016 Salı

BİRLİK BAĞI

Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Alem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir

Varsa şayet söyleyin bir parçık insafınız
Böyle kansızmıydı haşa kahraman eslafınız
Böyle düşmüşmüydü herkes ayrılık sevdasına
Benzeyip şirasesiz bir mushafın eczasına
Hiç görülmüşmüydü olsun kayd ı vahdet tarumar
Böyle olmuşmuydu millet can evinden rahnedar
Böyle açlıktan bogazlarmıydı kardeş kardeşi
Böyle adetmiydi bi perva yemek insan leşi

Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan
Hey sıkılmaz ağlamassan bari gülmekten utan

Kurt uzaklardan bakar dalgın görürmüş merkebi
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi
Lakin aşk olsunki aldırmazda otllarmış eşşek
Sanki tavşanmış gelen yahud kılıksız köstebek
Kar sayarmış bir tutam fazla olsun yutmayı
Hasmı derken çullanırmış yutmadsan son lokmayı

Bir hakikattır bu bildiğin usluba sok
Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok
Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaynındayız
Bir bakın halamı hala ihriras ardındayız
Saygısızlık elverir bir parça olsun arlanın
Vakti çoktan geldi hem geçmektedir arlanmanın
Davranın haykırmadan nakus-u izmihlaliniz
Öyle bir buhrana sapmıştırki zira haliniz
Zevke dalmak şöyle dursun vaktiniz yok mateme
Davranın zira gülünç olduk aleme
Bekleşirken gökte yüzbinlerce ervah intikam
Yerde kalmış naşa benzer kavm için durmak haram
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yokmudur
Yoksa istikbalinizden korkulur pek korkulur
 
Mehmet Akif Ersoy

-ALINTI-

21 Mart 2016 Pazartesi

TIKANDI BABA HİKAYESİ!!


Sultan Mahmut kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazam ve birkaç muhafız ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip oturmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: "Tıkandı Baba, çay getir"; "Tıkandı Baba kahve getir". Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmut'a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince:
- Baba sana neden "Tık
andı Baba" derler?
Hele otur da anlat, demiş.
Tıkandı Baba başlamış anlatmaya:
- Ben bir gece, bir rüya gördüm.
Rüyamda tanıdığım tüm insanların bir çeşmesi vardı ve hepsinin çeşmesinden oluk oluk su akıyordu. Benim de bir çeşmem vardı fakat benim çeşmemdeki su ip gibi akıyordu. Sonra ben;
"Keşke benim çeşmem de onlarınki kadar aksa" diye içimden geçirdim. Sonra yerden bir çomak alıp suyun geldiği oluğu dürtmeye başladım. Ben oluğu dürterken çomak kırıldı
ve ip gibi akan suyum damlamaya başladı.
Bu sefer ben; "Keşke çeşmem diğerlerininki kadar olmasa da,
bari eskisi kadar aksa" diye içimden geçirdim ve oluğu kurcalamaya devam ettim. Ben uğraşırken suyun geldiği oluk tamamen kırıldı. Az önce damlayan suyum, tamamen kesildi. Ben yine uğraşmaya devam ediyordum ki,
o sırada Cebrail göründü; "Tıkandı, baba! Artık uğraşma!" dedi. O gün bu gündür bu rüyamı kime
anlattıysam adım Tıkandı Baba'ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp zar zor geçinmeye çalışıyorum.
Tıkandı baba'nın anlattıklarından etkilenen Sultan Mahmut, muhafızlarına; "Bundan sonra her gün bu adama bir tepsi baklava getirin; her baklava diliminin altına da bir altın koyun."
diye emir vermiş. Hemen ertesi gün askerler ilk tepsi baklavayı getirip,
Tıkandı Baba'ya teslim etmişler.
"Padişahımızdandır" diyerek...
Tıkandı Baba baklavaya sevinmiş.
"Ne zamandır tatlı yemişliğim de yoktu"
diye içinden geçirmiş. Almış tepsiyi tutmuş evinin yolunu.
Yolda düşünmüş kendi kendine; "Yahu ben bir canıma nasıl yerim bir tepsi baklavayı? En iyisi ben buna hiç dokunmadan satayım."
Tıkandı Baba işlek bir yol kenarına kurmuş tezgâhını başlamış;
"Taze baklava! Taze baklava!" diye bağırmaya...
Bu sırada yoldan geçen bir Yahudi baklavaya talip olmuş.
Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar, Yahudi baklavayı alıp gitmiş...
Tıkandı Baba baklavadan kazandığı ile ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Yahudi baklavayı evine götürmüş.
Bir dilim atmış ağzına... Fakat dişine bir şey değmiş... Bu nedir diye bir bakmış ki; altın. Ve baklavanın her diliminin altında bir tane altın... Yahudi bu duruma anlam veremese de ertesi gün tekrar aynı yere gitmiş ki; aynı adamı görür müyüm diye... Bakmış ki adam orada...
Demiş ki; "Sen her akşam burada olacaksan, biraz indirim yap da ben her akşam alayım bu baklavaları senden." Tıkandı Baba kabul etmiş ve her akşam baklavayı Yahudi'ye satmaya başlamış.
Sultan Mahmut, bir ay baklava gönderdikten sonra;
"Bakalım Tıkandı Baba şimdi ne durumda?"
deyip adamlarıyla beraber tutmuş kahvenin yolunu. Fakat bu kez kıyafet değiştirmeden... Sultan Mahmut bakmış ki; Tıkandı Baba aynı tas aynı hamam. Ne uzamış ne kısalmış. Yine aynı kahvehanede, ekmek kavgasında... Sultan Mahmut, Tıkandı Baba'yı yanına çağırtıp sormuş:
- Tıkandı Baba sana yolladığım baklavaları almadın mı?
Tıkandı Baba biraz mahcup:
- Geldi hünkârım, demiş. Ben de satıp ihtiyaçlarımı giderdim. Duacınızım.
Sultan Mahmut, bunu duyunca tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı Baba, sen gel bakalım benimle" demiş. Birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Saraya varınca Sultan Mahmut, Tıkandı Baba' yı doğruca hazine odasına götürmüş. Sultan Mahmut, Tıkandı Baba'nın eline bir kürek tutuşturup:
- Baba daldır bakalım küreği istediğin yere...
Küreğin üzerinde ne kalırsa senindir, demiş.
Bunu duyan Tıkandı Baba öyle heyecanlanmış ki;
küreği ters tuttuğunu fark etmemiş bile...
Hızla küreği daldırıp çıkarmış ama ne çare? Kürek ters olunca üzerinde bir tanecik altın kalmış o da düştü düşecek... Derken o da düşmüş. Sultan Mahmut:
- Baba, demiş. Senin buradan nasibin yok! Sen şu bizim askerleri takip et. Onlar ne derse yap.
Tıkandı Baba boynunu büküp düşmüş askerlerin önüne... Sultan Mahmut askerlerden birini yanına çağırmış:
- Bu adamı alın Üsküdar'a götürün, demiş. Deyin ki; baba bir taş seç. Seçtiği taşa karışmayın. Sonra deyin ki; seçtiğin taşı fırlat. Tıkandı Baba taşı ne kadar uzağa atarsa; durduğu yerden taşı attığı yere kadar ona verin.
Askerler Tıkandı Baba'yı alıp Üsküdar'a götürmüş. Demişler ki baba bir taş seç. Tıkandı Baba sormuş "Ne için ki?" diye ama askerler bir şey söylememiş. Tıkandı Baba; şu büyüktü, şu küçüktü, şu yamuktu derken kocaman bir kayaya sarılmış demiş ki seçtiğim taş budur. Askerler demiş ki; "Baba sen şimdi bu taşı fırlat, ne kadar uzağa atarsan o kadar yer senindir." Bunu duyan Tıkandı Baba heyecanla seçtiği taşa atılmış, güç bela yerden kaldırmış. Fakat taşın ağırlığını direyemeyip elinde taş olduğu halde sırtüstü devrilmiş. Taş da üzerine düştüğünden oracıkta can vermiş. Askerler gidip durumu Sultan Mahmut'a anlattıklarında, Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:
- Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut?



-Alıntı-

20 Mart 2016 Pazar

ANAHTAR NEREDE?



             Herkesin iç dünyasında açılmamış kilitli kapılar vardır. Kilidin anahtarı da bir köşede saklıdır. Arayanın kilit deki doğru anahtar seçimini bulmak için yollar seçenekler sunar. Sunan belirsiz sunulan saklı olandır.
   
        Kişi düşünür.... Kendinde saklı olanı bulmak ister bunu isterken kendini başka kilitlerin ardında koşan meraklı, maceracı bir çocuk olur. Aslında beklediğimiz istenilen bu çocuksuluk, bir özlemin kilitli kapıdan  bulduğu aralık dan bize kırptığı küçük bir tebessümdür.Günler geçtikçe kapılar çoğalır büyüdükçe her kapı bir sırla kapalıdır,sonra açılmayı bekleyen kapılar ardında kalan bir soru  sorulur kapılar ardından ANAHTAR NEREDE??

19 Mart 2016 Cumartesi

MAVİLİĞİN SIĞ DERİNLİĞİ

 


             Her rengin bir adı bir hikayesi vardır. Psikolojik deneylerde insanlara seçim sunulur hangi rengi seçersen içinde oluşturduğun düğümler çözümlenir. Kırmızı kişiliğin baskın karakteri, yeşil doğanın sakinliğinde oluşan insanın iç dinginliği, siyah karamsarlığın içindeki gizli sırrı anımsatır.
   
           Aralarında bir renk vardır ki bütün şairlerin sözlüksüz gönlünü dile vuruşudur. Bu rengin dildeki duruşu MAVİ dır  Oluşuyla değil ;hissedilen, yüklenen anlamlarıyla göze değil; insanların derinliğiyle dolu iç dünyasında sığ bir dokunuştur.. Renksiz kalan şehir gökyüzüyle boyanır sonra içine aldıklarıyla kapatır kendini sırdır mavi sırdaştır. Sevgiyi aşkı büyütür gönlünün derinliğinde deniz gibidir içine alır seni ve derine indikçe inci, mercanı açtırır, bilinmedik masalların diyarındaki gizli kahramanların sertliğindeki yumuşak dokunuştur. Mavilerin şehri gökyüzüdür sırrın resmi ise aşkın dili olan gülde saklıdır bu yüzden aşıklar gül gibi sırlı ve saklıdır. Mavinin sırrı derinliğinde saklıdır sığ dillerde yaşayamaz, bu yüzden maviliğin derinliğindeaşkı arar durur..

HAYAL Mİ GERÇEK Mİ ?

                       


        Hayatımızın amaçlar doğrultusunda oluşunu görmek isteriz. Görüşlerimizin hayalden başlayıp gerçekleştirmek için oluşan davranışlar, sorgular, üzüntüler,yarışlar verdiğimiz birçok savaşlar..

         Hayatın tek amaç ekseninde dönmediğini fark edildiği vakit küçük bir çocuğun uçurtmasının peşinden koşuşu gibi hayat telaşına son verip sadece o uçurtmanın arkasından el sallayıp 'acaba nereye kadar böyle korkusuz havalanacak' diye kendi kararlarımızda ki korkak adımlarımıza bakarız. Aslında adımlar hayallerde bellidir ama gerçek de vermen gereken kararlar sadece hayalindeki oluşumun gerçeğe ayna misali yansımasının ters görüntüsü olduğunu fark ederiz. Keşkelerimizi konuşur olmuşuz bir bakarız geçmiş de takılıp kalınmış bir kırıntı olur hayaller. Sonra bir soru işareti kalıyor geriye dilimize vurulmuş bir kelime ...
                                       
                               HAYAL Mİ GERÇEK Mİ ?...